Batefimbi Gomis

Şu aralar gereksiz bir insanın yaptığı bir ırkçılık sonucunda fazlasıyla gündemde Gomis. İlla ki kulağına gitmiştir. Umarım kafasına takmadan geçiştirmiştir meseleyi kendince. Neyse, benim burada söylemek istediğim meselenin bununla ilgisi yok. Türkiye’de uzun zamandır ilk defa kendi takımımdan olmayan bir futbolcuya bu kadar kanım kaynadı sanırım. Bu adamın futbolunu henüz hiç izleme fırsatım olmadı. İnsanlığı hakkında da hiçbir fikrim yok. Umarım tahminimde yanılmıyorumdur fakat bu adam bana tertemiz bir adammış gibi geliyor. Gülüşünde masumiyet var adamın resmen. Bazılarının kişiliği, içinin güzelliği yüzüne yansır ya hani, bu adamda öyle bir şeyler seziyorum. Eğer düşündüğüm gibiyse rakip takımda olup olmaması fark etmez. Başarılı olsun isterim, başarılı olacaksa da böyle insanlar olsun. Umarım bu yazıya ek yapıp “ulan sen ne karaktersiz biriymişsin” demem gerekmez 😀

Devamını oku...

Başarısızlık Kabul Edilebilir…

…ama denememek asla. Sözün sahibi Michael Jordan. Mükemmel bir söz. Hayatıma bazı zamanlarda da yön vermiştir bu söz. Bu yüzden blogu ilk açtığımda da sağda Quote bölümüne hiç tereddüt etmeden bu sözü yapıştırdım. Bana göre bir şeyde başarısız olmak gerçekten kabul edilebilir bir şeydir fakat onu denememek asla kabul edilmeyecek bir şeydir. Neden yazıyorum bunları şimdi? Yaptığım inanılmaz saçma bir şey yüzünden.

Geçtiğimiz günlerde şehir dışında doktora sınavım vardı. Kalktım işte erkenden, günübirlik gideceğim, hava cehennem gibi. Çektim altıma şort, üstüme tişört. Gideceğim yere gittim sınav saatini bekliyorum. Yanımdaki arkadaş “bu kılık kıyafet ne lan” dedi. “Ne var ki alt tarafı yazılı sınav mülakat olsa neyse…” dedim ki o an kafamda saniyelik şimşekler çaktı. Yazılı sınav falan yoktu, düpedüz mülakattı. O an anlık düşünceler kafamdan geçti. Hemen bir yer bulayım kıyafet alayım dedim. Okulun çevresinde bu ihtiyaca yönelik hiçbir yer yoktu. Taksiye binip merkezi bir yere gideyim, zaman yoktu. Hemen enstitü sekreterliğini aradım. Dedim işte kıyafete çok dikkat ediliyor mu falan. Bence gelmeyin öyle ama siz bilirsiniz dedi. Aha sıçtık. Dedim tamam gitmeyeceğim ben bu sınava. Yanımdaki arkadaşa “işte gezmiş oluruz seni görmüş olurum falan sıkıntı yok” dedim. Daha sonra işte aklıma yine başlıktaki söz geldi. Kendi kendime “deneyeceğim” dedim, ne olacak sanki? Millet takım elbiseyle falan olur ben yanlarında şort tişörtle rezil olurum en fazla dedim. Bir daha nerede göreceğim ki onları sonuçta?

Uzatmayayım. Kalktım gittim, girdim mülakata. Karşımda 4 tane hoca. Prof mudur Doçent midir bilmiyorum. Öncelikle sözü ben istedim, durumumu anlattım. Açıklaman için teşekkür ederiz dediler. Başladılar gayet normal mülakata. Gayet de iyi geçti. Çıkarken “ulan kıyafet sıkıntısı olmasaydı kabul alırdım herhalde” dedim kendi kendime. Dün sonuçlar açıklandı. Mülakata girenler arasında en yüksek puanı ben almışım.

Şu an aldığım keyif tahmin edilemez. Başta girmeyi bile düşünmediğim sınavda en yüksek puanı almak… Başarısız olma ihtimalini göze almayıp denemek ve başarmak. Destansı bir başarı olmayabilir ama düşününce gerçekten iyi hissettiriyor. Bu kadar satır arasında demem o ki, başarısızlığı asla kabul etmeyin. Deneyin. Başarısız olacağınızı bilseniz de deneyin. Kendinize güvenin. Yazıyı bitirirken bir destek de Samuel Beckett’tan alayım. Bir kere deneyin, yenilin. Bir kere daha deneyin, bir kere daha yenilin, daha iyi yenilin.

Devamını oku...

Christian Bale

Christian Bale en sevdiğim aktörlerdendir. Rol aldığı filmlerin hemen hemen hepsini de bir şekilde izlemişimdir bu yüzden. Christian Bale ile ilgili internet ortamında en çok dönen görsel de rol alacağı filmler için geçirdiği değişimleri anlatan şu görseldir sanırım:

Şimdi son halini gördüm de ilk başta epey üzüldüm. Ne olmuş da bu hale gelmiş diye. Gerçekten tanıyamadım ilk başta. Sonradan biraz araştırınca öğrendim ki yapım aşamasında olan ve Dick Chaney’i anlatacak filmdeki rolü için kilo almış tekrar Bale. Yine de böyle görmek üzdü. Arkadaş, şu adama bir zayıf bir kilolu rolleri verip durmasanıza…

Devamını oku...

The Fate of the Furious

Fast & Furious serisi sevdiğim bir seriydi, özellikle de 5. filmi çok sevmiştim, epey iyiydi. Hatta filmi sinemada izledikten sonra Bluray versiyonu çıkınca 1 ya da 2 kere de öyle izlemiştim. 6. filmde yarış falan kalmamış, 7. filmde yarıştan öte mantık kalmamış, arabalar vs. yetmeyip olayın içine tanklar ve uçaklar da girince öeeh demiştim. Ben öyle filmlerde çok mantık arayan, her hata bulduğunda “ooo hata var” diyip filmi gömen tiplerden değilim. Filmi zevk için izleyen, ufak tefek mantık hatalarını görmezden gelen biriyim ama Fast & Furious serisi bana bile yeter be kardeşim dedirtiyordu 6 ve 7 ile. Bu yüzden 8’e sinemada gitmemiştim ki iyi ki gitmemişim. Baya kötü film. Filmde şu an yanlış hatırlamıyorsam 2 tane iyi sekans var. Bunlardan ilki hapishanedeki kavga kısmı, diğeri ise Jason Statham’ın bebekli kısmı. Shoot ‘Em Up’ta Clive Owen’ın sevişerek silahlı çatışmaya girdiği kısmı saymazsak film tarihine altın harflerle kazınacak absürt bir silahlı çatışma sahnesiydi 😀

Bunun yanında ise nükleer bombanın son saniyede durdurulması, ailesine sırtını dönmek zorunda kalan bir lider, filmdeki karakterlere kök söktüren güçlü kadın karakter (Charlize Theron çok iyi olmuş) derken film tonla saçma klişe içeriyor. Bunun dışındaki saçma sapan olayları anlatmaya gerek bile duymuyorum. Bu saçmalıklara filmde Fast & Furious’a yakışacak şekilde yarış ve modifiye kültürüne dair bir şeyler olsaydı katlanabilirdim fakat film sıradan bir aksiyon filmi. Fast & Furious serisinin misyonu bu değil. Yarış ve modifiye kültürüne yönelik 1-2 bir sahne yedirseydiniz bari filme ama o da yok işte. Bu haliyle maalesef ki çöp, geçiniz efendim.

Devamını oku...

Hey Amigo! Come to Beşiktaş

Futbolu ve yaz dönemi transfer hareketliliğini takip eden olduysa eğer farkındadır, artık futbolda transfer açıklamanın yeni bir trendi var. Transferi resmi sosyal medya hesaplarından sürprizlerle açıklamak.  Yanılmıyorsam bunu ilk başlatan -veya ilk yaygınlaşmasına sebep olan- AS Roma oldu. 30 Haziran’da Lorenzo Pellegrini transfer haberini sosyal medya hesapları üzerinden yayınladıkları şık bir sürpriz video ile açıkladılar. (Video için tık.)

Alışılmışın dışında yapılan bu transfer açıklaması da haliyle viral olarak epey yayıldı ki normalde Pellegrini transferini duymayacak biri olarak bana da ulaşmış oldu bu haber. Daha sonra yine Sevilla bu şekilde yakın zamanda yine Jesus Navas transferini açıkladı. (Tık.) Arada yine şu an aklıma gelmeyen bu şekilde birkaç transfer açıklaması daha oldu yanılmıyorsam. Oldukça başarılı olarak hazırlanmış bu içerikler, yayıldıkça yayıldı ve bu durum takımların marka değerlerine elbette ki yansıdı.

Gelelim yazıyı yazma sebebine. Beşiktaş geçtiğimiz zamanlarda yaptığı Pepe transferini üstteki örnekler kadar yaratıcı olmasa da ilk olarak Instagram’da paylaştığı bir Instastory ile duyurdu. Elbette bir sürprizdi fakat yaratıcılıktan uzak olması sebebiyle pek değer görmedi. Dün ise Alvaro Negredo transferini mükemmel bir şekilde duyurdular. Pepe’nin takıma gelişinde epey etkisi olan “come to beşiktaş” fenomeni kullanılıyor videoda ve Quaresma Pepe’yi arıyor, Pepe ise Negredo’yu ve oyuncular birbirlerini Beşiktaş’a çağırıyor. Kurgu son derece iyi fakat video saçma derecesinde bir amatörlük içeriyor ki videoyu belki de mükemmelleştiren bu oluyor. Hani internette ara ara troll videolar olur da izledikçe izlersiniz saçma bir haz duyarsınız ya öyle bir video. Sonuç olarak çok beğenildi video ve Twitter’da trend oldu ve milyonlarca kişiye bu transfer haberi ulaşmış oldu. Aşağıda birkaç örnek sunayım.

Sporf sayfası Twitter’da 1 milyonun üzerinde takipçiye sahip ve bu videoyu paylaşıyor, altta da tabi mükemmel yorumlar dönüyor.

Yine Telegraph Football’da videoyu yayınladı.

Bugün Twitter Moments isimli resmi hesap bile bu videoyu yayınladı ve “Eğer bugün telefonunuz çalarsa, sizi arayan #ComeToBesiktas diyecek bir uluslararası bir futbol yıldızı olabilir.” şeklinde not düştü.

Resmi sayfadaki Tweet bile an itibariyle 45 binin üzerinde Retweet, 63 binin üzerinde ise like aldı.

Burada sayamadığım onlarca spor hesabı ve #ComeToBesiktas hashtagi altında ise çeşitli geyikler dönüyor transfer hakkında. Bütün bunlarla tahmini olarak Beşiktaş’ın kaç kişiye ulaştığını belirtmeme gerek bile yok sanırım. Sonuç olarak artık yeni bir fenomenimiz var, “hey amigo, come to beşiktaş”.

Sosyal medyanın marka değerine etkisi üzerine mükemmel bir güncel örnek. Beşiktaş’ın sosyal medya ekibini futbol transfer dünyasındaki bir trende bu kadar çabuk adapte olabildikleri ve takım için bir katma değer yaratabildikleri için tebrik etmek gerek.

Devamını oku...

Real Time Marketing

Pazarlamayı severim, pazarlamada ise kesin olarak şunu seviyorum diyebileceğim bir şey varsa o da real time marketing’dir. Türkçe adıyla, gerçek zamanlı pazarlama. Bir nevi güncel trendleri takip edip ona göre hızlıca reaksiyon göstermek. Muazzam bir şey bana göre. Zeka ister, öngörü ister. Günceli takip ettirmeyi gerektirir. Herkes başaramaz nitekim. Başaran ise sosyal medyada mükemmel kazançlar sağlar.

1-2 gün önce öylesine sosyal medyada dolaşırken yukarıdaki görseli gördüm. Game of Thrones 7. sezon 3. bölümü izleyenler hemen anlamıştır zaten espriyi. Gayet zekice hazırlanmış, oldukça başarılı -yazıların dijital ortamda yazılmış olmasına göz yumalım hadi- bir görsel bana göre. Sosyal medya pazarlamasına olan ilgimden dolayı umarım bunu Starbucks herhangi bir sosyal medya hesabından paylaşmıştır da ordan yayılmıştır diye düşündüm. Hemen Starbucks’ın çoğu sosyal medya hesabına hızlıca göz gezdirdim fakat maalesef görünen o ki -eğer gözden kaçırmadıysam- bu görsel herhangi biri tarafından yapılmış ve internet ortamına hediye edilmiş. Maalesef diyorum, çünkü dediğim gibi, internet ortamında saçma sapan içerikler görmek yerine, bu şekilde zekice kurgulanmış içerikler görmek istiyorum. Bu seferlik hayal kırıklığı oldu ama milyonların okuyacağı bu yazıda (!) tüm pazarlamacılara sesleniyorum, real time marketing’i sevin, kullanın!

Devamını oku...

Blog mu?

Blog yazmayı her zaman sevmişimdir. Blog yazmaktan ziyade, yazdığım yazıları yıllar sonra incelemek hoşuma gitmiştir. O anki duygularımı hissetmek vs. Bir nevi günlük işte. Örneğin bu blogu açmadan kısa süre önce taa 10 yıl önce yazdığım yazıları ara ara girip okuduğumu fark ettim. Neyse, blog yazma ve blogun işlevlerinden bahsetmeye, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok yazının giriş bölümünde. Direkt olarak nerden çıktı bu blog fikri oraya geleyim. Evet, nereden çıktı bu blog fikri? Hem de blog yazmak, uzun uzun yazılar yazmak bu devirde iyice gözden düşmüşken?

Açıkçası burayı blog değil de büyük bir Twitter olarak kullanmayı, ara ara Twitter’a sığdıramadığım duygularımı buraya yazmayı düşünüyorum. Muhtemelen kimseye de bak ben blog açtım vs. demeyeceğim. Sadece uygun bir an geldiğinde içeriğin linkini paylaşacağım ki bu platform da muhtemelen sadece Twitter olacak. Kısacası blogu öyle büyüteyim, binlerce okurum olsun gibi bir derdim olmayacak. Dediğim gibi, 2 maksat var. Birincisi Twitter’a sığdıramadığım düşüncelerimi paylaşmak, ikincisi ise yıllar sonra “bak bak böyle düşünmüşüm demek zamanında” diyebileceğim yeni bir arşiv oluşturmak.

Belki haftada bir yazarım, belki hiç öyle düşündüğüm gibi yazmam da blog kalır öyle. Zaman gösterir. Siyaset dışında aklıma gelen her konuda yazacağım. Dizi, film, oyun, teknoloji, pazarlama, futbol, basketbol, müzik… Allah ne verdiyse artık, o an aklıma ne geldiyse.

Şimdilik giriş yazısını şöyle bırakayım, blogger adetidir giriş yazıları. Olmazsa eksik olur. Maksat destursuz giriş yapmayalım. Hadi bakalım, vira bismillah.

Devamını oku...